L’Ours (1988)

Yaprak Kurtlutepe
3 min readDec 14, 2020

“Öldürmekten daha çok coşku verici bir şey varsa, o da yaşamaya izin vermektir.”

James Oliver Curwood

1885’te tamamlanan Kanada Pasifik Demiryolu, Britanya Kolumbiyası’nı ekonomik açıdan refaha erdirmişti. Bu gelişme şehirde çoğu canı sıkılan işsiz insana artık avcılıktan başka bir meşgale sunmuş oldu; zevk için öldürmenin önünü kesen şey, bir demiryolu muydu, yoksa sadece merhamet miydi?

Youk, çocuk yaşlarında annesini bir kazada kaybeder. Babası onları çoktan terk etmiştir. Bart adındaki komşuları yetim kalan Youk’u yanına alır. Şehrin boş sokaklarında dolaşan Bart, hayata erken atılmış genç ve yakışıklı bir adamdır. İçinde saklı tuttuğu merhamet onu genç yaşında şefkatli bir babaya dönüştürecek diye endişe içerisindedir; bu yüzden Youk’a olan tüm yaklaşımlarında duygusuzca bir tavır sergiler.

Duygularla güdüler yaşanan devirlerin bir sonucu değildir. Onlar sürekli var olmuştur, hep aynı kalmıştır. Bu hikâyede de kalpte var olan ve karşılık gütmeyen sevgiyi paylaşacak olmanın yarattığı kaygı, sevginin, 1885 yılında bile yetim bir çocuktan esirgenmesi olarak karşımıza çıkıyor.

Kendi dünyasını rüyalarında çeşitlendiren ve aynı zamanda iç dünyasını da bu yolla keşfeden Youk, yalnız geçirdiği çocukluğunda, üvey babasının tüm soğukluğuna rağmen hayatını onun gösterdiği yoldan sürdürür. Rüyalar tüm canlıların yaşamında hayat için yönlendirici olmamış mıdır? Youk’un da rüyasında gördüğü ve akabinde fobi haline getirdiği kurbağalar, bu yetim çocuğu bir başkasının, Bart’ın, çocuğu olma konumuna nasıl getirecektir? Cesaretin sevgiyi, sevgininse cesareti tetiklediğini bu filmde bir kez daha görüyoruz. Youk’un, cesaretle aştığı kurbağalı yol belki de Bart’ın kalbine giden engebeli bir yoldu.

Youk sevgi dolu bir çocuktur. Merakı onun en büyük öğreticisidir; zaten birçok şeyi yalnız başına keşfetmiştir. Mantarları öğrenir mesela. İki çeşit mantar vardır der Youk; “karnı doyuran mantarla kafayı doyuran mantar”.

Katı bir kalbi taşımak, sırtınızda bir kayayı taşımaktan daha yorucudur. Taş bir kalbin hacmiyle, bir kayanın hacmi, ağırlıklarıyla ters orantılıdır; zamanla Bart, katı bir kalbi taşımanın ne denli zor ve yorucu olduğunu anlar. Bart, Youk’un babası Bart’a dönüşür.

James Oliver Curwood’un 1916’da yazdığı, 1885 Britanya Kolumbiyası’nda geçen, The Grizzly King adındaki romanından uyarlanan L’Ours, aslında insanların başına geldiğine alıştığımız durumların, vahşi doğadaki ayıların başına gelmesini konu alan bir film. Youk yavru bir ayıcık olduğu gibi Bart da genç bir ayı, ama hala biri çocuk, biri de yakışıklı bir adam.

1988’de gösterime giren L’Ours’un yönetmen koltuğunda yer alan ve kendini L’Ours’dan önce, daha çok “La Guerre Du Feu” (1981) filmiyle dünyaya tanıtan Jean-Jacques Annaud, filmin oyuncuları olan Youk (yavru ayı), Bart (boz ayı) ve Bozo (anne ayı) ile çalışmanın, aynı insanlarla çalışmak gibi olduğunu söylüyor: “İnsan oyunculara çok benziyorlar. İnsanlara iyi bir çek yazdığın gibi ayı oyunculara da iyi bir somon verirsin!”

Jean-Jacques Annaud ve Youk

Senaristleri arasında, bir Polanski klasiği olan “Repulsion” (1965)’ın da senaristliğini yapmış olan Gérard Brach yer alırken, film müziklerinde Londra Senfoni Orkestrası’nın katkısı, gözü kara bir avcıyı canlandıran Jack Wallace’ın varlığı, çeşitli yönlerden filmin kalitesi hakkında fikir veriyor.

80’li yılların sonunda Türkiye’ye gelen L’Ours, sinema salonlarında genellikle çocuklu aileler tarafından karşılandı. “Bir Sevgi Filmi” şeklinde lanse edilen ve içinde ayıcıklar olan bir dram, elbette çocuklarla gidilecek bir film olmalıydı. Çocuklu bir ailenin, birlikte filmi izlemeye başladıktan sonraki beşinci dakikada, filmi durdurup çocuklarla “aileyi yitirmek” konulu derin bir sohbete girmesi kuvvetle muhtemel. Ancak bu demek değil ki, bu film çocuklar için uygun değil. En azından yalnızca bu sebeple.

Filmin kimi sahnesinde vahşete de yer veriliyor ve gösterilen kan kadar şefkati hissetmek de oldukça mümkün. Belki bu sebeple çocuklar için çok önerilen bir film değil. Çocuk gözüyle izlememiş olsam da yıllar sonra aklıma gelen ilk şey ne kanlı bir sahne ne de yavru, küçük bir ayının doğada yapayalnız kalışı olacak; aklımda yalnızca insanların, sinirli, büyük ve korkunç ayılardan daha korkunç olabildikleri kalacak.

Son olarak, geçmişten günümüze süregelen samimiyetsizliklerden bir tanesine de güzel bir örnekle yer vermiş L’Ours: Bir köpek sahibi neden avcı olur ki? Aslında bir köpek sahibi pekâlâ bir avcı olabilir. Yalnızca sevimliliğinden referansla insan olmayan bir canlıya “sahip olma” fikrini üretebilen bir düşünce yapısı, ayı postundan şık (!) halılar üretebilir.

Tüm canlılar nefes alır, nefes verir. Ancak bazıları yalnızca nefes aldıkları için canlı değillerdir. Kimisi nefes alan birisi için yaşar, kimisi de birinin nefesini kesmek için. Tutkular, iç güdüler, duygular canlı olmanın hammaddesidir. Özde herkes birdir, çünkü herkes aynı havayı solur.

Bazen bir ayı size unuttuğunuz “insani” yanınızı, merhameti anımsatır; bazen de demiryolları öldürmeyi unutturur.

--

--